Blog Arşivi

20 Mart 2019 Çarşamba

AHRAZ (Deniz Gezgin)



    Cümlelerime nasıl ve nerden başlayacağımı bilemiyorum. Öncelikle bu kitabı neden daha önce okumadım diye kızıyorum kendime. Böylesine dolu dolu bir kitaba bunca zaman mahrum kaldığıma, varlığından bihaber olduğuma üzüldüm. Şimdi ise okumayana üzülüyorum. Her cümlesi, her duygusu bu kadar mı güzel yazılır. Üslubu sade, kitap sürükleyici.Edebi yönü tartışılmaz. Kitap bitmesin istedim, aynı cümleyi birçok kez okudum. Anlamadığım için değil; anlamlandırmaya çalıştığım ve alt metinlerini çözmeye çalıştığım için. Yazarın kurduğu her cümlede farklı hisler var. Her cümlenin altını “kara bir kalem”  ile çizdim, çizdikçe kelimeler büyüdü büyüdü, sığmadı içime. Okudukça sükuta erdim, tıpkı bir ahraz gibi, okumayan anlamadı anladığımı.    Okuduktan sonra ise yanımdan ayıramadım. Kimse alsın istemedim. Ara ara kitaplığımdan alıp dokunuyorum, herhangi bir yerini okuyup  Adile’yi, İsrafil’i, Yusuf’u uzun bir süre düşünüp duruyorum. Bu hikaye anca bu kadar güzel anlatılabilirdi. 

   Gelelim hikayeye: 
   Kitabın kahramanları;  Adile, İsrafil, Yusuf, Papaz Vasil, Marika, Zehra ve İsrafil’in köpeği Mavi. Denizin üzerinde  gözlerini açıyorlar baş kahramanlar. Gerence adında bir balıkçı teknesinde hayatta kalmaya çalışan Adile’nin ve İsrafil’in yüreğe dokunan hikayesi anlatılıyor. Adile, yaşam mücadelesi verdiği kasabada herkesçe dışlanan, ötekileştirilen, lanetli olduğunu düşündükleri bir kadın. Kağıt, cam, plastik toplayarak hayat mücadelesi verir. Sonra İsrafil dünyaya gelir ve  “ahraz” olduğu anlaşılır yani sağır ve dilsiz. Yaradan onun susmasını dilemiş, belki de susarak konuşmasını ve bu sükunet Adile’ye ağır gelir. İsrafil büyüdükçe, Adile küçülür, sessizleşir, kendini her şeyden geri çeker.  İsrafil’inse ahraz olması hiçbir şeyden mahrum etmez onu. Dört duyu organı, kulaklarının yerine geçer. Hissederek, koku alarak, görererek duyar melek olan İsrafil.  Sonra bir misket uğruna dayak yer ve kendine geldiğinde yanı başında bir köpek bulur; Mavi, ona dost olur, bundan sonra yanından hiç ayrılmaz. Hikayeye Yusuf dahil olur.  Balık tutarken tanışırlar. Yusuf, İsrafil’in hayatında bir dönüm noktası olur. Onu önemser ve anlıyormuşçasına hep bir şeyler anlatır İsrafil’e, belki duymaz ama  yüreği ahraz değildir asla..  Yazar tüm hikaye boyunca şunu bağırır durmadan: Konuşmadan da anlaşabilir insan ve hatta duymadan da dinleyebilir. Yeter ki gönül gözün açık olsun. Hikaye, başka kahramanların girmesiyle devam eder. Ve hikayenin sonu yine denizde biter.  Çok bahsedip büyüsünü bozmak istemiyorum.


     Kitabı bitirdikten sonra yeni bir kitaba başlamak zor geldi. Bunca güzel cümleden sonra okuduğum kitapları düşündüm. Hiçbirinin yerine koyamadım. Sonra yakamı bırakmadı İsrafil.. Bir balık öldürdü diye yaşadığı vicdan azabını okurken yüreğim yandı, tutuştu. Hissettiklerim bambaşkaydı. Yaşamak ve hatta insanca yaşamak bunu gerektirirdi.      Anlamanın, vicdanın ne büyük bir erdem olduğunu, suyun da yakabileceğini, önyargının nasıl büyük bir hata olduğunu, gözümüzün gördüğünün de sorgulanabileceğini, dışarıdaki her insanın -bir çöp toplayıcının ya da bir dilencinin- bir hikayesi olduğunu bir kez daha hatırladım.     Hayatta hep bir günah keçisi arıyoruz ya da bir suçlu, belki bir bahane. Ve böylece ak pak kalacağımızı, cenneti görebileceğimizi sanıyoruz. Fakat birini suçlu bulmakla günahsız olmuyoruz.      Toplumun ötekileştirdiklerini düşündüm kitap boyunca, kendileri gibi olmayana sırt çevirmeyi marifet sayan insanların fazlalığını. Dilden dile bir günahın nasıl da yayıldığını, çoğunluğun her zaman haklı olmadığı gerçeğini özümsedim.  . Tüm gerçekleri gözlerimle duydum, yüreğimle gördüm, hissettim. Kimbilir anlamayıp yargıladığımız ne çok insan geçti hayatımızdan, fark etmediğimiz ya da öteki tarafa attığımız ? Hikayesinden ve varlığından bihaber olduğumuz kaç İsrafil geçti?Bazen körleşiriz yanı başımızdakini bile göremeyecek kadar kalplerimiz mühürlenir.  Sonra kendi kadersizliğimizi, günahlarımızı sırtlayacak bir günah keçisi ararız. Buluruz da. İsrafil ve Adile bu hayat yolculuğunda bir simge olsun bize, yolumuzu bulmak için. Kınamamak için, vicdanı unutmamak için, duymak için, görmek için. Bırakın geçmiş geçmişte kalsın. Hadi biz bundan sonraki günleri kurtaralım olmaz mı? Anladıklarımız aydınlatsın ömrümüzü. Ve dersler çıkaralım yaşananlardan ve okunanlardan.Hem masalsı hem gerçekçi bu kitabı başucunuzdan hiç ayırmayın.  Kesinlikle okuyun, hiç zaman kaybetmeden.

(Deniz Gezgin çıtayı o kadar yükseğe koydu ki yeni bir kitaba nasıl başlanır bilmiyorum.)

Alıntılarım:(Her sayfasında altını çizdiklerim var. Buraya aktarırsam tüm kitabı yazmış olurum)


**Şeytan yükümüzü sırtlanan günah keçisi değilse nedir?


**Umut sağ çıkmaktı, bunu yapamazsa o kuyuya yuvarlanacaktı; kendi karanlık kuyusuna.

 **Hepimiz kendi içimizdeki kötülüğü gömüyoruz aslında...


Ölüler bahanemiz...

**Varlıktan çok yokluktu merak ettiği, hiçlik; tıpkı kendi gibi.

**Ne garip değil mi? Ömrün tek bir çizgi üstünde sağa sola sapmadan öylece dosdoğru gidecek sanırken sen, koca hayat en olmadık anda karşına dikenli bir gonca gül çıkarıyor; ya çizgiyi bozmayacak ama etini çizdireceksin ya da kendine yamuk çizip oradan gideceksin.

**Gece ağırdır; masuma uyku, sarhoşa cesaret verir, diptekileri çağırır; biçimleri, şeyleri, yaşı ve kuruyu, erkeni ve ışığı ters yüz eder.

**Sevgi bir kuştur gelir az ötene konar, gidip tutayım dersin, hop bir de bakmışsın uçmuş dama konmuş, sen peşine düştükçe o kaçar durur.

**Melek olmak da böyle bir şeydi belki, umarsızca kanat çırpamıyor ve asla hür olamıyordun.

**Tepemizdeki rüzgar niye bu kadar deli sanıyorsun, başka yerde böyle mi? Kokumuzu dağıtmak için. Çürüyoruz burada, tıkılmış kalmışız.

**Varlığını bir türlü bu dünyaya sığdıramamıştı ki...

**İnsanın kendinden kaçması, düşüncelerinden utanması, dış dünyaya görünen resminden sıkılması; bu büyümek miydi?

**Öyle tabii, düşün bir de tüm dünyada aynı dil konuşulsun, kimsenin rengi, dini bir ötekinden farklı olmasın... dünya üzerinde insan kalmazdı.

** ... her şeyi hissedecek kadar büyük, baş edemeyecek kadar da küçüktü o zamanlar

**Bu tansiyonla yaşamıyor olman lazım.

- Belki de yaşamıyorumdur.

**Çiğ süt emmişiz hepimiz hiçbir şey bulamasak kendi kendimizi yeriz.

**O kadar sessizdi ki bazen bu onu görünmez kılıyordu.

**İlk kez kendinden kaçıyordu İsrafil ya da başından beri korktuğu şeyin aslında kendisi olduğunu yeni keşfediyordu. İnsanın kendinden kaçması, düşüncelerinden utanması, dış dünyaya görünen resminden sıkılması; bu büyümek miydi?

**Doktorlar hastalığını hiç bilemedi.Bana kalırsa küskünlüktü illeti, çok örselenmişti.

**Peki ya kendisi, o da eskiyor muydu, bir hatırası ya da içinde yaşattığı var mıydı çekip giden? Varlığını bir türlü bu dünyaya sığdıramamıştı ki içine eğilip baksın.

**Savaş bir şarkıları öldüremiyordu, bir de anıları...

**Sesleri tanımayan biri için sessizlik diye bir şey de yoktur.

**Doğum hikayeleri efsunludur, iyi dinlersen eğrisi doğrusuyla hayat çizgini bulursun orada.

**... büyümek göze batmaktı sadece.

**Herkes kendine göre iyi, zannedersin ki kötülük kapının dışındadır...

**Deniz öylesine karanlıktı ki nerede başlayıp nerede bittiği seçilemiyordu. Demek karanlığın da koyusu vardı.



12 Mart 2019 Salı

SÜPER İYİ GÜNLER Ya da Christopher Boone’un Sıradışı Hayatı (Mark Haddon)  
   
    Christopher kitabın baş kahramanıdır ve onun 15 yaşında otizmli bir çocuk olduğu yazar kitabın arkasında. Fakat otizmli olduğu kitabın içeriğinde belirtilmiyor. Yazar, Christopher’ı etiketlememek için bile isteye rahatsızlığa isim vermiyor. Özel bir çocuk olduğu okuyana aşikar. 
    Hikayeyi kendi ağzından anlatıyor Christopher. Dili o kadar sade ve akıcı ki bir oturuşta olmasa da o günü kendinize ayırırsanız bitirebilirsiniz. Siz hikayeye odaklanırken farkında olmadan sayfalarda kayboluyorsunuz.      
      Kitabın kahramanı farklı, içeriği farklı ve bölümleri asal sayılardan oluşuyor. Hem komik hem değil. Konusu kısaca şöyle: Wellington adında bir köpek öldürülür ve Christopher bunu bulmaya çalışır, dedektiflik yapar bir yandan da kitap yazar. Kitapta asıl olan konu değil; kahramanın özellikleri, yaşadığı durumlar.. Christopher farklı ve özel bir çocuktur. Yaşadığı çoğu durumu formüle eder, matematikten çok iyi anlar. Görsel hafızası çok iyidir. Ve hep mantığıyla hareket eder, duygusallığa yer vermez. Verdiği söze sadıktır; sadece işine gelmeyen durumları kendine göre bir mantığa büründürür. Kalabalık ortamlarda insanlarla kalmaktan korkar. Farklı yemeklerin birbirlerine karışmasından nefret eder. Dokunulmaktan hoşlanmaz. Kahverengi ve sarıyı sevmez. O yüzden peş peşe 4 sarı arabayı görmek onun için ‘Kara Gün’ sayılır ve peş peşe 5 kırmızı arabayı görmek ise ‘Süper İyi Bir Gün’ dür. Bu kafasında kurduklarını da düzene, mantığa bağlar Christopher. 
      Kitaptan böyle kişilikteki özel bir çocuğun yaşayabileceklerini, hissedebileceklerini, neyi sevip neyi sevmediğini öğreniyorsunuz. Ve bu sizde bambaşka kapılar açıyor aslına bakarsanız. Görünürde Christopher’ın dünyasını öğreniyorsunuz. Ama bu sayede etrafta olup belki gözden kaçırdığınız birçok özel çocuğun da dünyasını tanımış oluyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz. Ve bu kazanım çok kıymetli.. Özellikle eğitimcilerin mutlaka okuması gerekir. 
     Bu kitabı okuyun, okutturun. Dimağınızda ve kalbinizde yer edeceğine söz verebilirim. 

 Ve kitaptan birkaç alıntı: 

“ Zihin çok karmaşık bir makinedir. Ve bir şeylere baktığımızda pencereden dışarı bakar gibi gözlerimizden dışarı baktığımızı ve kafamızın içinde biri olduğunu sanırız ama öyle değildir. Kafamızın içindeki bilgisayar ekranı gibi bir ekrana bakarız.” “Ve gökyüzüne baktığında 100’ler ve 1,000’lerce ışık yılı uzaklığında olan yıldızlara baktığını bilirsin. Ve bazı yıldızlar gerçekte yoktur, çünkü ışıkları bize gelene kadar o kadar çok yol kat eder ki gelene kadar biter ya da patlayıp kırmızı noktalara dönüşür. Ve bu, kendini çok küçük hissetmene neden olur, eğer hayatında zor şeyler varsa bunların, çok küçük oldukları için hesaplamalara dahil edilmeyecek “önemsiz” şeyler olduğunu düşünmek iyidir.” “Ve hiç kimse zamanın ne olduğu bulmacasını tam olarak çözemedi. Yani zamanın içinde kaybolmak çölde kaybolmaya benzer ama tek fark zamanı göremezsin çünkü o bir hiçliktir.” “İnsanlar her zaman doğruyu söylemen gerek der. Ama bunu gerçek anlamda kullanmazlar çünkü yaşlı insanlara yaşlı olduklarını, kötü kokanlara kötü koktuklarını söylemen yasaktır.”

1 Ekim 2015 Perşembe

Yeryüzünün Bütün Karıncaları Birleşince. . .

Bir varmış, bir yokmuş. . Karıncalar ülkesinde onlarca, yüzlerce hatta milyonlarca karınca mutlu bir hayat yaşarlarmış, kıt kanaat geçinip, durmadan çalışırlarmış. Böyle başlamaz bu masal. Ama böyledir yaşadıkları hayat küçük karıncaların. Tek amaçları çalışıp karşılığını alabilmek; çalmadan, alın terleriyle bir hayat geçirmektir emekçi karıncaların. . Böyle yaşarlarmış, benlikleri kaybettirilmeden önce, kendi hallerinde. Başkalarının buyruğu altına girmeden önce nefret nedir bilmezler, kötülük yapmazlar kendilerinden olan hiçbir cinse ve hatta hiçbir canlıya. Taa ki filler ülkelerine ayak basana kadar. . Bir gün filler baskın yapar. Ne var ne yok her şey yerle bir olur. Ya canlarından olacaklar ya da fillere bağlı yaşayacaklardır. Küçücük karıncalar ne olduğunu bilemezler, koskoca fillere yenik düşerler şimdilik. Onların her dediğini yapmak zorunda kalırlar. Filler sultanına saray yaparlar, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında bir hayat sunarlar emekçi karıncalar. Korkarlar. Onlar küçüktür; filler kocaman. Bir fil bile onları yenecek durumdadır görünürde. Bu yüzden her dedikleri yapılır. Önce dillerinden olurlar, sonra benliklerini yitirirler yavaş yavaş. Fillerin asılları karıncalardır sözüm ona. Bu amaçla ne istenirse yaparlar belki bir gün fil olma ümidiyle. . Fark ettirmeden sömürmeye başlarlar. İçlerine fitne sokarlar. Korkunun yaptıramayacağı şey yoktur. Korku salarlar. Milyonlarca karınca, gücünün farkına bile varmaz. Öyle ya fil olmak isterler küçücük bedenleriyle. Bu masal, bir misaldir. Biz insanlar gibi olamazlar hiçbir zaman, hiçbir canlı. Ne heybetli filler başımızdakiler kadar hükmedebilir ne de emekçi karıncalar bizim kadar sömürülebilirler. Bizi anlatır; bugünü anlatır, dünü anlatır. İçine düştüğümüz buhranı anlatır. Özümüzü, dilimizi, atamızı unutturanları anlatır. Emekçi halkı anlatır. Haklarımızı elimizden alanları ortadan kaldırabileceğimizi anlatır. İnsanlığı anlatır. Masum fillerle hiçbir ilgisi yoktur. Her masal gibi bu masal da çok şey anlatır. Herkes okumalı. Çocuklar okumalı. Ki belki yarınımız umut vaat eder. Ve son olarak, kitabın arka kapağında şunları söyler Yaşar Kemal: “Neye üzülüyorum biliyor musunuz, bu kitabı okuyanlar, özellikle de çocuklar, filleri belki hiç sevmeyecekler. Bu bana çok dokunuyor. Ne yapabilirim ki? Oysa filler bugünkü sömürücüler kadar ne korkunçtur, ne zalimdir, ne özgürlük düşmanıdır, ne de işkencecidirler. Eğer insan soyunun bu en zaliminin simgesini, benzerini, hayvanlar arasında arayacak olsaydım, belki timsahları bulurdum, boa yılanlarını bulurdum. Yok yok, sanmıyorum ki yeryüzünde bu zalimleri simgeleyecek korkunçlukta bir hayvan türü bulabilelim”. Kıssadan Hisse, yeryüzünün bütün karıncaları birleşince, gücünün farkına varır karıncalar ve filler yerle bir olur. Gücümüzün farkına varmak dileğiyle. . .

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Bir Tohumun Hikayesi

Minik bir tohumdum ben ağaç olmayı bekleyen ve toprağa atıldığımdan beri hayat bulan. Bir ilkbahar günü yağmurlarla geldim ben. Kimbilir kaç yağmur yağmıştır toprak kokusunu almadığım, kaç mevsim geçmiştir bensiz. Eksikliğim hissedilmedi, karanlığa hapsedildim bunca bahar geçerken. Bir köşede yeşermeyi umut ettim hep. Toprakla, evimle buluşmayı hayal ettim. Toprak benim evimdi. Kardeşim ondandı, anam onun bağrından gelmişti. Peki neden bunca zaman ayrı kaldım yuvamdan bunca uçsuz bucaksız toprağın bağrında yaşarken insanlar. Çok mu bencildiler? Yoksa bu bir çıkar ilişkisi miydi? İhtiyaçları olunca mı beni toprakla buluşturacaklardı. Benim hayat bulmamda neden kendilerine pay çıkarırlar ki? Bu kadar kolay olan bir şeyi bunca zaman ertelemenin elbet bir sebebi vardı kendilerince! Neyse ki biri kurtardı beni o karanlık günlerimden. Ona teşekkürü bir borç bildim hep. Sadece minik bir tohumdum beni bıraktığı için toprağa, bütün meyvelerimi bahşetmeye hazırdım hiçbir şey beklemeden. Şimdi hayat benim için de başlıyor. Beni nelerin beklediğini bilmeden toprağa atıldığım andan beri mutluyum. Umutla ve sabırla büyüyeceğim zamanı bekledim. Şimdi burada beklemek güzel. Hem çok da güvenli burası. Biraz karanlık ama olsun. Küçük canlılar var burada, hepsi birer dost. Yalnız kalmıyorum. Sabırla beklemeye devam edersem köklerim oluşacak ve güneşi görmeme az zaman kalacak. Bazen ümitsizliğe kapılıyorum. Toprağın üstünde çok mu korunmasızca olacağım. Rüzgar yapraklarımı alıp götürse, biri gelip bir solukta koparsa benim de canlı olduğumu hiç düşünmeden. Ne yapardım ben? Yok yok en iyisi toprağın altında durmak galiba. Ama iyi de burada olduğum sürece hiçbir zaman bir ağaca dönüşemem ki. Bu fena bir durum. Düşünsene çocukların dallarıma çıkıp meyvemden yediklerini, gölgemde soluklananları... Bu harika bir şey! Peki ben daha ağaç olmadan savunmasız gövdemle biri gelip basarsa hunharca, ya da ağaç olacağımı düşünmeden koparırlarsa? Neden benim de nefes alıp veren bir canlı olduğumu düşünmezler ki? Of hayat çok zormuş daha güneşi bile görmeden bu düşünceler çok fena.. Ama yine de iyi düşünmek gerek. Hem belki bana hayat veren beni çok iyi koruyacaktır. Sabırla ağaç olacağım zamanı bekleyecektir suyumu eksik etmeden. . . Evet evet beni bu toprağın altına atan eminim ki boşuna atmamıştır. Koca bir ağaç olmam için yapmıştır ve beni bütün her şeyden koruyacaktır. Her anım düşüncelerle geçiyor. Sanırım toprağın üstüne çıkmadan beni nelerin beklediğini bilemeyeceğim. Az zaman kaldı, yukarıdaki arkadaşlarımla tanışmama, güneşin beni ısıtmasına, yağmurun ıslatmasına, rüzgarın savurmasına. Köklerim oluştu, hissedebiliyorum. Acaba kocaman ağaçlar mı var yukarıda yoksa herkes benim gibi minik bir tohum mu? Hem ben daha ne olduğumu bile bilmiyorum koca bir ağaç olacağımı hayal ederken. Neydim ki ben? Saksıdaki bir menekşe mi, buğday tarlasında yüzlerce buğdaydan biri mi yoksa bir elma ağacı mı? Ama tabii yeşermeden toprağın altında yok olup gitmek de var. Ne olursa olsun muhteşem bir şey küçük bir tohumla her şey olabilmek. . Ben ne olacağımı seçemem. Ki ne olduğum da çok önemli değil. Küçücük bir tohumken topraktı bana can veren. Bunca güzelliğin doğumunu sağlayan toprağı bağrına basar mı insanoğlu, bilinmez. Kıymet bilmeli, saksıda küçücük bir karanfil de olsa, rüzgarın savurmasıyla güzelliğini yitiren bir gelincik de .. Ben ne olduğumu bilmeden, her bahar çiçek açmaya söz veriyorum yeter ki bir tutam sevgi olsun bana bakan gözlerde, ha bir de yaşayabilmem için bir yudum su..

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Sabahattin Ali ve Geç Kalınmış Cümleler. .

Geç bulduğum; fakat daha tanımadan önce bir cinayete kurban gitmiş bir yazar. . . Sabahattin Ali. . Daha önce neden tanımamışım diye dövündüğüm yazardır kendisi. Yazarın kıymetini bilmedikleri gibi kitapları yasaklanmış bir zaman. Ve tabii bir cinayet sonucu öldürülmesi de bu olumsuzluklar silsilesinin cabası. Meyve veren ağaç taşlanırmış. Tam da oturur bu atasözü, bu denli hazineleri olan yazarın hazin sonuna. Okumakta geç kaldığım muhteşem eserlere gelelim. . Güzel şeylerden bahsetmek lazım, yakışır bir şekilde. Lakin anlatacak çok şey var Sabahattin Ali’ye dair. Okuduğum iki kitabı anlatmak kitabı basitleştirecek diye korkularım var. Ve bir itiraf. . Önce kitabın altını çizmeye kıyamadığım doğrudur ama sonra artık dayanamayıp altını çizdiğim -cümleler değil- paragraflar var. Öncelikle Kürk Mantolu Madonna’yı okudum. Ve birçok kişiden duydum kitabın methini. . Evet sonuna kadar haklılarmış dedirtti bana, kitabın her sayfasını okuduğumda. Basit bir aşk romanı değil. Bir ruh hali ancak böylesine güzel anlatılabilirdi. Kitabın sizi sıkan hiçbir tarafı yok. Bir yandan kitabın bitmesini isteyip sonunu merak ediyorsunuz öte yandan kitap bittikten sonra üzüntüye kapılıyorsunuz. Çok bahsedip basitleştirmek değil niyetim. Merak edilip okunası ve tavsiye edilip daha fazlasını bulduğunuz muhteşem kitaptır. İkinci okuduğum kitap ise İçimizdeki Şeytan’dır. İlk kitaptan aşağı kalır hiçbir tarafı yok. Betimlemeler, iç konuşmalar muhteşem. Her cümlede sanki sizi anlatır. Çok fazla içselleştirirsiniz ve içimizdekileri bu denli iyi anlatabilmesiyle şaşırıp kalırsınız her sayfa boyunca. İç sesleriyle konuşurlar karakterler. Ve kendinizi düşünürsünüz her an. Önce Ömer’e kızarsınız sonra can alıcı konuşmalarla kandırır sizi içindeki şeytanın bizdeki şeytana bu denli benzediğini görünce. Kitaplığımın en değerli yazarlarından olacak Sabahattin Ali. Bağışlayın, ben az söyledim, siz çok anlayın. Yetinmek gerekiyor bundan sonra hazine barındıran cümleleriyle. En acısı da daha fazlasını okuyabilme ihtimali varken içindeki hazinelerin devamından mahrum bırakıldığımız için hayıflanıyorum ve yetmiyor bana. Bir başka Sabahattin Ali gelmeyecek çünkü. Kitapların devamı gelecek. Kuyucaklı Yusuf, Sırça Köşk, Değirmen. . Kitaplığımın en güzel yerinde yerlerini alacaklar bir bir. . Sıcağı sıcağına yazmak istedim. Tüm eserlerini okuduktan sonra kurduğum cümlelerin katlanacağını düşünüyorum. Evet, tadı dimağımda kaldı dedirtti bana. Eminim ki okuyan bir daha okumak için üzerinden zamanın geçmesini bile bekleyemeyecektir. İyi okumalar efendim!

30 Haziran 2015 Salı

Nedir Bizi Biz Yapan Değerler?

Hiç düşündünüz mü sizi siz yapan değerleri ve onların hayatınızı ne derece şekillendirdiğini. Kişisel değerlerimiz denince belki de akla gelen “ değer” kavramının içeriğini bilmeden yaşamımızı değiştirmeye ya da anlam katmaya çaba gösteririz, kendimizden bihaber bir şekilde. Peki nedir olmazsa olmazlarımız bu karmaşık hayat yolunda? Başarı mı, sağlık mı, para mı, güven mi, adalet mi yoksa özgürlük mü? Değerlerimizi bilmek bize ne kazandırır? Hangi değere göre davranışlarımızı yönlendiriyoruz ve bunun ne kadar farkındayız? Hayatımızın, hiç şüphesiz tamamını belirleyen değer kavramının önemini tartışmak gereksizdir. Kişiliğimiz, yargılarımız, düşüncelerimiz, seçimlerimiz hiç kuşkusuz yaşanılan çevreden, deneyimlerden ve farkında olmadığımız birçok olgudan beslenir. Bunlardan en önemlisi kişisel değerlerimizdir. Kişisel değerlerimizi tanımak ve bunu hayatımızda sorgulamak farkındalığımızı arttıracak ve karşımıza çıkan seçenekler içerisinde en doğru kararı vermiş olacağız, tabii ki kişiliğimiz yönünde. Peki bu değer yargılarıyla şekillenen çerçevede mi kalırız hayatta? Hayır tabii ki.. Her şeyin değişken olduğu evrende kişilik de değişir, düşünceler de. . Değişmeyen hiçbir şey yoktur aslında. Bizi biz yapan olmazsa olmazlarımız olan değerlerimize göre hayatımız şekillenir, değişir. Değiştirmek istediğimiz ne varsa, değer yargılarımızı değiştirmekle başlarız aslında. Bu durumda önceliğimizin farkında olmak önemli. Doğru soruları kendimize sorup sonrasında kendimizi ne kadar tanıdığımızı anlamlandırmamız gerekir. Hayatımızın temel yapı taşları olan, kişiden kişiye değişkenlik gösteren bu değerler sayesinde karşımıza çıkan sorunlarla daha kolay baş edebilir, sorunları analiz edebilir, daha kolay karar verebilir, birden çok seçeneği minimum seviyeye indirebiliriz. Herkesin olmazsa olmaz değer yargıları vardır. Bunu yaptığı seçimlerden ortaya çıkarabilir. Bunun için de farkında olmak önemli bir süreçtir.

24 Haziran 2015 Çarşamba

KÜÇÜK PRENS’ten. . .

Çocuk kitabı olmayan, bir çocuk kitabı tavsiyesidir bu yazı. Okumayan eksik kalır. Okuyan şimdiye kadar okumadığının eksikliğini kitap boyunca yaşar. Ve benim, her defasında ilk kez okuyormuş gibi hissedeceğim, her okuduğumda bir şeyler öğrenebileceğim bir kitap. Türlü gezegenleri gezip “büyükler amma da acayip insanlarmış” diyen Küçük Prens... Masalsı bir başucu kitabı. Daha kitabın ilk sayfasında “Büyüklerin hepsi bir zamanlar çocuktu. Ama hangisi anımsar çocukluğunu!” deyip düşündürür, kendine çeker. Büyüklerin düşünmediği beylik sözler.. Vurucu cümleler çok fazla. Bu kadar aşina olduğunuz cümleleri defalarca okur mu insan? Ve bu cümleler adeta ders niteliğinde. Bu güzel masala hayran kalmamak elde değil. Bir çocuğun gözüyle bakarsınız, şimdiye dek böylesine düşünmemişsinizdir belki de ve bir büyük olarak özeleştiriye geçersiniz kitap bitiminde. Evet biz büyükler ne kadar da acayip insanlarmışız dedirtir. Cümleleri daha anlamlı kılmak adına altını çizersiniz, kalemi durduramazsınız farkında olmadan. Küçük Prens’in karşılaştığı insanlarda kendini görür insan. Hiç böyle çocukça(!) baktınız mı hayata deyip kendinizi sorgulamaya başlarsınız. Sayfalarının azlığı, içindeki bilginin az olduğunu düşündürtmesin. Böyle bir önyargıyı unutun! Öğrenecek çok şey var. Bu kadar gerçek, bir masalın içinde ve küçük bir çocuğun yüreğinde! Sorumluluğu, bencilliği, sevgiyi, yalnızlığı, bakmanın ve görmenin aynı şey olmadığını, hayal gücünü her şeyi anlatır bu kitap. Bu hayatın düzenini anlatır, eleştirir. Kitabı okurken çocuk ruhunuz ile büyümüş haliniz münakaşa halindedir. Bir kraldan, tilkiden, kendini beğenmiş birinden, sarhoştan, iş adamının saydığı yıldızlardan, fenerciden, bir küçük prensten ders alırsınız. Çizdiği ilk resmini büyük bir hevesle büyüklere gösterir ve büyükler onu anlamazlar. Bir boa yılanının yuttuğu filin resmini anlamaz büyükler, o bir şapkadır onlara göre. Ve Küçük Prens resim yeteneğinden olur, belki de büyük bir ressam olacağının önüne geçerler. Büyükler böyledir işte, ayrıntılarıyla anlatmasan, bir türlü anlamazlar. Ah biz büyükler! Bakarız; ama göremeyiz. Bunun sonucunda da kim bilir kendimize ya da karşımızdakilere neler kaybettiririz. O can alıcı, aşina olduğumuz cümleleri bir de Küçük Prens’ten dinleyelim. Belki bu kez daha farklı, daha farkında dinleyebiliriz. Bir çocuğun dilinden büyüklere tavsiyeler ve kendimi altını çizmekten alıkoyamadığım satırlar : “Büyükler, sayılardan hoşlanır. Onlara yeni bir dostunuzdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar. Hiçbir zaman, Sesi nasıl? Hangi oyunları sever? Kelebek toplar mı? diye sormazlar. Kaç yaşındadır, kaç kardeşi var, kilosu nedir, babası kaç para kazanır? diye sorarlar. Sonra anladıklarını sanırlar”. Etrafımızda böyle büyüklere rastlamamak elde mi? Nasıl da tanıdık geldi değil mi? “Dikenler hiçbir işe yaramaz. Çiçeklerin fena huyundan doğar. İnanamam dedi. Çiçekler zayıftır, saftır. Tehlikelere karşı koymak için, ellerinden geleni yaparlar. Hem onlar dikenleriyle kendilerini çok kuvvetli sanırlar. “ “Ben bir gezegen bilirim, içinde al yanaklı bir bay oturur. Hayatında bir çiçek bile koklamamış, bir yıldıza bakmamıştır. Hiç ama hiç kimseyi sevmemiş. Yalnız toplamalar yapar. O senin gibi sabahtan akşama kadar “Ben ciddi bir adamım, ciddi bir adamım! der durur. Çok da övünür. Ama bir adam değil, o bir mantardır!” “Merak ediyorum, acaba herkes bir gün kendi yıldızını bulabilsin diye mi parlıyor yıldızlar?” ... “Fakat kendini beğenmiş bunu duymadı. Kendini beğenmişler övgülerden başka hiçbir şey duymazlar”. Başkalarının iltifatlarıyla, alkışlarıyla yaşayanlar kendi hayatlarını yaşayamazlar, hep başkaları, hep kendi dışındakiler önemlidir onlar için. Nasıl ziyan olmuş bir hayattır bu! “Eğer kelebekleri tanımak istiyorsan, iki üç tırtıla katlanman gerekir”. “İnsanların artık hiçbir şeyi anlamaya zamanları yok. Onlar her şeyi tüccarlardan satın alıyor. Ama dost satan tüccarlar olmadığı için, artık insanların dostları yok. Eğer sen bir dost istiyorsan beni evcilleştir” dedi tilki. Ve tilki sırrını verir: “İnsan ancak kalbiyle görebilir. Aslolan göze görünmeyendir”. Görmek istersek bir çocuk, bir tilki, gökteki yıldızlar bize bir şeyler öğretir. Yeter ki duyularımız açık olsun, öğrenmek isteyelim. “Çölü güzelleştiren, onun bir yerlerde bir kuyuyu saklamasıdır” Ayyaş ile Küçük Prens’in arasındaki dialog muhteşemdir. Küçük Prens: Ne yapıyorsun? Ayyaş: İçiyorum! Küçük Prens: Neden içiyorsun? Ayyaş:Unutmak için! Küçük Prens: Neyi unutmak için? Ayyaş: Utandığımı unutmak için. Küçük Prens: Neden utanıyorsun? Ayyaş: İçmekten! Evet nasıl bir kısır döngüdür bu! Yıllar önce yazılan bu kitap, sanki bugünü anlatır gibi.. Biz mi değişmedik, yoksa fıtratımız hep aynı mı? Ve tüm gezegene, yıldızlara hükmeden kral.. Küçük Prens, kraldan güneşin batmasını ister. Emredin de güneş batsın, der. Kral takvim karıştırır ve bu akşam saat 7.40’ta emirlerimin harfi harfine yerine getirildiğini göreceksin, der. Sonra Küçük Prens bu gezegenden gitmek isteyince, Kral bu, emrinde birini bulunca bırakır mı? Seni Adalet Bakanı yaparım, der. Küçük Prens, yargılanacak kimse yok der. Kral da “ Öyleyse kendi kendini yargılarsın. Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan daha zordur. Kendini iyi yargılamayı başarırsan, gerçek ululuğa erdin demektir” der. Size bütün kitabı yazmak isterdim ya. Bu mümkün değil. Bu cümleler, kitabın sadece bir kısmı. İçinizde bir yerlerde hâlâ bir çocuk yaşıyorsa ve elinizdekini bir masal kitabı değil de önemsemediğiniz, üzerinde durmadığınız, kulak ardı ettiğiniz öğüt niteliğinde bir kitap olarak düşünürseniz, başucu kitabınız oluverir. Alıp alıp okursunuz. Okuyun, okutturun.